Buzdan ve küllerden doğan şehir: Berlin

Oluşumu buzul çağının etkisiyle belirlenen Berlin, tarihinde önemli gelişmeler yaşadı. Nazi Almanyasının başkenti iken 2. Dünya Savaşı sonrasında hayalet şehre dönüştü, sonra ikiye bölündü ve Berlin, küllerinden yeniden doğdu.

Yazı ve Fotoğraflar: Ahmet Gürel / İTK Uşakizade Köşkü Müdürü

Berlin, Almanya’nın başkenti ve en büyük şehridir. Oluşumu buzul çağının etkisiyle belirlenen ve 20 bin yıl önce çevresi buzullarla çevrili olan kentin coğrafyası, 18 bin yıl önce buzulların erimesiyle oluştu. Tarihinde önemli gelişmelere tanıklık eden Berlin, Nazi Almanyasının başkenti iken 2. Dünya Savaşı sonrasında hayalet şehre, harabeye dönüştü. Bütün Almanya’da olduğu gibi ikiye bölünen ve belleklerdeki adıyla ‘’Utanç Duvarı’’ ile katı engellemeler yaşayan Berlin, küllerinden yeniden doğdu. 

Kentin ortasından geçen ve doğudan batıya doğru akan Spree nehrinin iki kıyısında Cölln ve Berlin adlı iki balıkçı köyünün ilk kez 1307 yılında birleşmesiyle Berlin doğdu. Brandenburg’un, daha sonra Prusya’nın başkenti olan Berlin, Prusya’nın güçlenmesi sürecinde Kuzey Almanya, ardından da Avrupa’nın önemli merkezlerinden biri haline geldi. Alman İmparatorluğunu da başkentlik yapan Berlin, 1933 yılından itibaren Nazi Almanyasının da merkezi oldu. 2. Dünya Savaşı yıllarında ise Berlin, müttefik devletler tarafından işgale uğradı, yandı, yıkıldı. Batılı ülkelerle Sovyetler Birliği arasında hızla gelişen siyasi farklılık hem ülkeyi, hem Berlin’i doğu ve batı olmak üzere ikiye böldü. 1961’de inşa edilen Berlin Duvarı, kentlilerin batıya geçişlerini en katı yöntemlerle engelledi. Mimari eserler, büyükelçilikler, saraylar ile Türkiye’den kaçak getirilen Bergama Sunağı’nın sergilendiği dünyanın önemli müzelerinden Bergama Müzesi’nin de bulunduğu müzeler, kentin doğusunda kaldı.

‘’Utanç Duvarı’’ olarak adlandırılan Berlin Duvarı, 28 yılın ardından 1989’da yıkıldı, bir yıl sonra ise iki Almanya birleşti Eyalet şehir olarak eski yapısına kavuşan Berlin ise Almanya Federal Cumhuriyeti’nin başkenti ilan edildi. Nüfusu 4 milyondan 2. Dünya Savaşı sonrası 3.1 ile 3.6 milyon arasına inen Berlin, hep aynı rakamlarda kaldı. Türkiye dışında en fazla Türk nüfusun bulunduğu Berlin’de yaklaşık 200 bin Türk’ün yaşadığı sanılıyor.

Berlin’de yaşayan değil ama kenti turist olarak ziyaret eden bir Türk’ün, Uşakizade Köşkü Müdürü Ahmet Gürel’in kaleminden, kent satırlara şöyle yansıdı:

‘’Mart ayı, uçağımız, buzlarla kaplı göllerin arasında bulunan Berlin Schönefeld havaalanına inmişti. Bu benim ilk gelişimdi. Tipik bir Avrupa şehri olarak gördüğüm Berlin’in içine girince nelerle karşılaşacaktım? Berlin’i bir mühendis gözüyle sizlerle paylaşacağım

Utanç duvarının yıkılmasından sonra, hasretle batıya hücum eden Berlinlilerin çoğu, batıda yaşamayı ve çalışmayı tercih etmişlerdi. İki Berlin arasındaki ekonomik fark, hemen hissedilmeye başlanmış ve doğudaki mülkler, batıya göre yarı yarıya ucuz olarak el değiştirmişti. Bu mülklerin yeni sahipleri, dünya savaşı sonunda yapılmış olan basit yapıları, ya yıkmış ya da giydirme yaptırarak eski haline getirmişti. Ben oradayken, binaların özel tuğla kaplamalarla eskitildiğini ve eski Berlin evlerine benzetildiğini gözlemledim. 

Halen Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve müze olarak seyre açık olan Bellevue Sarayı’nı gezerken, doğu kesiminde kalan, savaş sırasında yıkılan parlamento binasının eski resmini gördüm, bina adeta saray gibiydi. Bu binanın bugünkü hali ise tam bir çirkinlik abidesiydi. 2006 yılında yapılan halk oylamasıyla bu binanın yıkılıp, eski haline getirilmesine karar verilmişti. Bina şimdi eski tarihine uygun bir hale getirilmiştir. Bu benim gözlemlerime bir örnektir.

Müzeler Adası

Sadece siyasi değil, aynı zamanda da kültür başkenti olan Berlin’in mimari şaheseri olan binaları, büyükelçilikleri, sarayları ve müzeleri tamamen kentin doğu kesiminde kalmıştı. Berlin’in Mitte ilçesinden geçen Spree Nehri’nin üzerinde bulunan bir kilometrekarelik alana sahip olan “Müzeler Adası”, 1999’dan beri UNESCO’nun “Dünya Mirasları Listesi”nde bulunmaktadır. Gezimin bir gününü bu adadaki müzelere ayırdım, ama yetmedi. Bu adada yer alan müzeleri şöyle anlatabilirim.

1.Dünya Savaşı’nda yıkılan Neues Museum, David Chipperfield tarafından yeniden inşa edilerek, 2009 yılında tekrar açılmış.

Alte Nationalgalerie, banker Joachim H. W. Wagener tarafından bağışlanan 19. yüzyıl sanat eserlerine ev sahipliği yapmaktaydı.

1904'te açılan Bode Müzesi, “Kaiser-Friedrich-Museum” olarak adlandırılmıştır. Heykel koleksiyonlarını, geç dönem antik ve Bizans sanat eserlerini sergilemektedir.

Adada, St. Nicholas Kilisesi de tüm ihtişamıyla yer almıştır.

Türkiye’den getirilen Bergama Sunağı’nın sergilendiği Berlin Bergama Müzesi, Müze Adası’nın en önemli yapısıdır. Burada Anadolu eseri olarak; Bergama’nın Zeus Sunağı, Milet’in Pazar Kapısı, Bergama Athena Tapınağının Girişi, Bergama’dan Athena Heykeli bulunur. Bu koleksiyonunun Almanya’ya yasal olarak getirilip getirilmediği günümüzde tartışma konusudur. Türkiye’den götürülen eserlerin geri getirilmesi konusunda kampanyalar yapılmış, ben de destek vermiştim. Zeus Tapınağı görünümünde tasarlanan müze, yirmi yılda inşa edilmişti. Bergama’nın Zeus Sunağı dâhil birçok eser, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’ne götürülmüş, 1958 yılına kadar orada kalmış, sonra zamanın Doğu Berlin’ine geri getirilmişti.

Müze Adası”na vardığımda ilk ziyaret ettiğim yer, Berlin Müzesi oldu. Önünde fazla beklemeden hızla içeri girdim, flaşsız fotoğraf çekmek serbestti, çektiğim binlerce fotoğrafla Bergama Sunağı arşivi oluşturdum. Duyduğum acıyı fotoğraf çekerek dindirmeye çalıştım. Alman öğrencilerin resim yapmak için yerlere oturduğu bu müzede, beni en çok üzen taraf, 20-25 bin altın DM’a Bergama Sunağı’nı Türklerden satın aldıklarını anlatmalarıydı. 

Rotamızı, günümüz parlamento binası olan Reichstag - Bundestag İmparatorluk Meclisi - Federal Meclis’e çevirdim, eşimle birlikte tüm katlarını gezdiğimiz parlamento binasının çatısından, içerideki parlamenterlerin çalışmasını izledik. Çatıdan, tüm Berlin olağanüstü gözüküyordu. Bu seyir yerine çok güzel kafeteryalar yapılmıştı, 27 Şubat 1933 akşamı çıkan Reichstag yangını ve sonrasının sergisini ibretle ve acı ile izledik. Reichstag yangını, Hitler’in başbakan atanmasından sonra tüm partilerin seçim çalışmalarını sürdürmekte olduğu bir dönemde gerçekleşmişti. Bu sergide, Reichstag onarımının her safhası detayla anlatılmıştı.

Savaşı unutturmamak için onarılmadı

Berlin’in ortasında bulunan Kaiser-Wilhelm-Gedächtniskirche - Yıkık Kilise, savaşın dehşetini unutturmamak için onarılmamıştı. Acıların kenti Berlin’de geçmiş hiç unutulmamış ve taze tutulmuştu. Adeta geçmişini bilmeyenlerin, geleceği olmayacağı söylemindeki gibi. En üzüldüğüm müze ise, Berlin’in ortasındaki Jüdisches Museum Yahudi Soykırımı Müzesi idi. Müzeyi gezerken, fırınlarda yakılan Yahudilerin fotoğraflarını görmek beni çok etkilemişti.

Çok görkemli bir yapı olan Charlottenburg Sarayı, Barok yapı sanatının en güzel örneklerinden biri. Berlin’in en eski yapılarından biri olan bu saray, günümüzde müze olarak kullanılıyor. Sarayın arkasındaki bahçe ve gölet görmeye değer.

Branderburg Kapısı

Brandenburg Kapısı, Almanya’nın Berlin şehrinin ana sembollerinden biridir. Hemen kuzeyinde Reichstag bulunur. Soğuk savaş boyunca, Reichstag Batı Berlin’de, Brandenburger Kapısı Doğu Berlin’de kaldı. 18. yüzyılda yapılan bu kapıdan çok etkilendim, birçok fotoğrafını çektim. Kapının altından geçtikten sonra otel ve turistik eşya satış mağazaları ile karşılaşıyorsunuz. En ilginç olanı da doğu bloğuna ait askeri objelerin burada ve seyyar satıcılarda satılması. En çok askeri madalya ve şapka satılıyor.

Prusya’nın zaferinin ardında yapılan Zafer Sütunu ise 70 metre yüksekliği ile dikkat çekiyor. Etrafındaki orman ve tabiat parklarının ihtişamı ve güzelliği kış ayına rağmen görsel bir şölen oluşturuyor.

Berlin duvarı ve Checkpoint Charlie sınır kapısı ile ilgili tarih müzesi çok ilginçti, bu noktada eski Berlin duvarı ile ilgili sergiler ile sembolik duvarın yerde çizili izini izleyebilirsiniz.

Doğu ve Batı Berlin arasındaki farkı, metro ve trenlerde de gözlemeniz mümkün. Batı Berlin’de son teknolojide trenler çalışıyor. Doğu kesiminde en az 50 yıl geride kalmış trenlere rastladık, sanırım doğu - batı farkının kalkması için yine bir 25 yıla gereksinim var. 

Yönümüzü, uçaktan izlediğimiz gölleri gezmeye çeviriyoruz. Buz üzerinde kayan gençleri ve soğuğa rağmen piknik yapanları izlemek, bizim için bir keyif oldu. 

Berlin'de en yoğun Türk nüfusu Kreuzberg semtinde bulunuyor. Burayı gezerken, Türk seyyar satıcılarını, sebze pazarlarını görmek her zaman mümkün. Almanlar da bu pazarların doğal müşterisi gibi. Her yer Türk dönercisi ve kebapçısı.

Berlin’de kaldığım bir hafta boyunca, tamamen savaş sonu enkaz hale gelen Almanya’nın nasıl ayağa kaldırıldığını gözlemledim. Şehir planlarının en az 200-300 yıllık bir geçmişe uzandığını ve de hiçbir yerel idarenin onu bozmaya kalkmadığını öğrendim. Darısı başımıza…’’

Renkli Kalem Medya Grubu
Tüm Hakları Saklıdır ©