İzmir’in söylenceleri

İkonomosun “Bilginler Ormanı” dediği İzmir’imizin kültür deryasından bir avuç söylence sunuyorum size.

Yazı: Prof. Dr. Şadan Gökovalı / Profesyonel-Ülkesel Turist Rehberi 

İşe, kurucu “Hero” (yiğit ata) Tantalos’un öyküsüyle çıkalım yola. Bu tanrısal kral, Yamanlar’ın körfezi kuşbakışı gören yamacında “Tantalis” kentini kurmuş. Kurucu kral, Olympos’ta, tanrılar sofrasında ambrosia yiyip nektar içebiliyor, kendisi de tanrıları sofrasında ağırlayabiliyormuş. Bir gün, tanrıları sınamak için olsa gerek, oğlu Pleops’u kesip, etinden pişirdiği yemeği sunmuş konuklarına. Eski hemşehrilerimizin pek sevdiği tarım ve verimlilik tanrıçası, ağzına ilk lokmayı atar atmaz işi fark etmiş. Zeus, Pleops’u diriltip, lokmanın alındığı boşluğu fildişiyle örtmüş. Zeus bu küstahlığı yapan kralı, dünya durdukça, dizboyu su içinde susuz, meyve yüklü dallar arasında aç kalma cezasına çarptırmış. Bununla da yetinmemiş, ilk İzmir’i yerin dibine batırarak yerine Karagöl’ü oluşturmuş. O gün bugündür, böylesi acımasız cezaya “Tantalos işkencesi” denir.

Ağlayan Kaya

(Önemli not: Çocukları öldürülen ananın acısına dayanamayacaksanız, bu söylenceyi es geçiniz…)

“Şu dünyada bir nesneye

Yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere

Gök ekini biçmiş gibi!”

(Yunus Emre)

Kentimizin kurucu heros’u Tantalos’un adı gibi güzel bir kız vardı: Niobe. Prenses, tatlı yaşam sürdürdüğü buralardan koparılıp, uzak taşra Thebai kralı Aphion ile evlendirilmiş. Çiftin, altısı kız, altısı oğlan bir düzine çocukları olmuş. Yazık ki , hemşiremiz gurura kapılıp, kendisini Leto’ dan üstün görmeye kalkışmış:

-Leto da kim oluyormuş? Onun yalnızca iki çocuğu, 13 çocuğum var. Benimkilerin – Şans Tanrıçası Fortuna korusun- ikisi ölse geriye 10’u, altısı ölse altısı kalır!

Bu küstahlık üzerine Leto (lacy sözü buradan gelir), Zeus’tan peydahladığı ikizlerini, Niobe’ nin çocuklarını öldürmekle görevlendirmiş. Artemis ile Apollon da, 12 kardeşi oklarıyla cansız yere sermiş! Acının böyle katmerlisine hangi ana dayanabilir? Zavallının, ağlaya ağlaya gözpınarları kurumuş. Zeus ona acıyarak, kendisini Manisa ovasına bakan bir noktada kayaya dönüştürmüş. O gün bugündür, saçları Ege imbatıyla yelpirdeyen (dalgalanan) Niobe’nin gözyaşları, ıslatıp durur taşraları…

Olimpiyat Yanarcası

Bizim Tantalos’un Pleops adlı yiğit bir oğlu vardı. Onun çağdaşı, Elis kralı Oinamos’un ise acımasız bir oyunu. Öyle ki biricik kızını, kendisini araba yarışında geçecek talibine vereceğini duyurmuştu. Nice koçyiğitler ya yarış arabasından düşerek parçalanıyor ya da kral tarafından öldürülüyordu.

Pleops da şansını denemek istedi. Oinamos’un sarayına varınca, göz göze geldiği Hippodamia’ya (bu ad, “atları seven” demektir) yıldırım aşkıyla vuruldu. Hani, zalim kralın güzeller güzeli kızı da, hemşehrimize karşı duyarsız değildi. Babasının seyisi Mursillus’u (bu isim, “atları evcilleştiren” anlamına gelir) ikna ederek, babasının arabasındaki bıçakları gevşetmesini sağladı. Böylece İzmirli genç, yarışı kazanıp Hippodamia ile evlendi. Bu buluşma koca akarsuyun denize kavuşması gibi bir şeydi…

Saçını urgan eylemek!

Evvel zamanda, Çeşmenin Ildırı köyünün yerinde, 12 İon kentinden biri olan Erytrai bulunuyordu. Erytrai ile karşıdaki Khios (sakız) ada devleti arasında rekabet vardı. İki kentin halkı da, Çeşme boğazından geçen ticaret gemilerinin bırakacağı dövizi, ötekine kaptırmak istemiyordu.

Bu çekişmeden yararlanmak isteyen Fenikeliler, bir gece, Kuvvet Tanrısı Herakles’in (Herkül’ün) eşsiz bir heykelini bir sal üzerinde, iki rakip şehrin ortasında denize bırakıverdiler. Gül parmaklı Eos (Şafak) sökünce, iki tarafın insanları, denizde parıldayan yontuyu aynı anda gördüler. Çocukların ip çekmece oyununda olduğu gibi, salı kendi kentlerine çekmek istediler. Yarışma denk kuvvetlerin savaşımı halinde sürüyordu.

Ildırılı yaşlı bir bilge, kuyruğu düğümlü at üstünde bağır bağır bağırdı:

-Bre kızanlar, ayaklarınızı sağlam yere sağlam basasınız!

Bölgedeşlerimiz, bu öğüdü doğru yorumlayıp, üstündeki yontuyla birlikte salı, kentlerine doğru çekmeye yeltendiler. Ama kentteki tüm halatlar, saldan karaya yetişmedi. Bu kez ak saçlı aksakallı bilge yeni bir öğüt verdi:

-Kadınlarınız, saçlarını urgan eylesin!

Öyle de yapıldı saçlardan örülen urganlar, mevcut halatlara eklendi. Böylece sal ve Herakles heykeli, bizim tarafa çekildi. Paha biçilmez yontu, tapınağın en kutsal yerine dikildi. Onun karaya çekilmesinde kullanılan saçtan örülme urganlar da, yontunun dibine konuldu.

O günden sonra, Erytraili kızlar, kadınlar:

-Biz saçımızı tanrı için süpürge, (pardon) urgan eyledik, der oldular… 

Keçi Kalesi

Halikarnas Balıkçısı ile Samim Kocagöz Efes üzeri Söke’ye gidiyormuş. Belevi’ye yaklaştıklarında, “Kalpaklılar” yazarı Kocagöz, sağda, Alaman dağının 350 metrelik doruğundaki tacımsı yapıyı göstererek –şakacıktan-:

-Cevat Bey, bu kaleyi sana verdim demiş.

Hani mavi yolculuklarda birbirimize “şu ada benim”, bu bük senin” diye çocuklarca şakalaşırız ya. İşte öyle bir şey!

Bizim Balıkçı bunu ciddiye almaz mı? Ne zaman birlikte oradan geçsek:

-Şadan, derdi, “Samim bu kaleyi bana verdi ama çıkmak nasip olmadı!”

Balıkçı Baba’yı düş kırıklığına düşürmezdim elbette. Oraya, grupla 8-10 kez çıktığımı söyler, yapı ve çevresini anlatırdım.

Belevi, ilkçağda stratejik önemi büyük bir nokta idi. Tire, Efes ve İzmir yönlerinden gelen yollar burada kavuşuyordu. Yörede birçok savaş olmuş; Syria Kralı II. Antiokhos (belki karısınca zehirlenerek), Büyük İskender’in buyruğuyla Helenistik İzmir’i kuran General Lysimakhos, Belevi’nin 4 kilometre kadar doğusundaki tümülüs ve anıtmezara gömülmüştü.

Savaş-savunma amaçlı bu kale, bir ileri karakol, bir gözetleme kulesi idi. Buradaki nöbetçiler, yaklaşan tehlikeyi dumanla kente bildiriyordu.

Halk böyle bir kaleyi görür de, masal uydurmaz mı?

Neymiş efendim? Bir Türk komutanı kaleyi kuşatmış ama alamayacağını anlayınca geceleyin, boynuzlarına yanık çıra bağladığı keçileri kışkışlayıvermiş yukarı doğru. Tekfur (Bizans kale komutanı), “Türkler keçi gibi tırmanıyor” diyerek, kaleyi savaşmaksızın bizimkilere teslim etmiş…

İş bu yüzden efendim, ilkçağın bu iletişim kulesine “Keçi Kalesi” denilmiş.

Bu ad, “keçilerin bile zor tırmanabileceği sarplıktaki kale” sözünün kısaltılmışı olsa gerek.

Unutulmasın: Oraya önünüzde rehber ya da ya da yanınızda profesyonel dağcı olmadan –öz başınıza- çıkmaya kalkışmayın. Antik yolu yitirmeniz halinde yukarıya çıkamayabilir ya da aşağı inemeyebilirsiniz. (Tepeden çevrenin panaroması, belleğinizde silinmez izler bırakır.)

“Dağlar kanatlıydı eskiden

Canları çektiğinde havalanır,

Diledikleri yere konarlardı.

Dağların böyle kalkıp konması

Toprağa zor geliyor,

Toprağın canını yakıyor, acıtıyordu.

Sonra tanrı acıdı da toprağa

Dağların kanatlarını kesti.

Dağların kopan kanatları bulut oldu.

Bundandır bulutların dağlara dağlara uçması!..”

(Ş. Gökovalı )  

Renkli Kalem Medya Grubu
Tüm Hakları Saklıdır ©